Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
Parmak Kız
Bir zamanlar bir kadın varmış.
Bu kadın küçücük bir yavrusu olsun istiyormuş, ama onu nereden bulacağını
bilemiyormuş. Sonunda büyücü bir kadına gitmiş ve demiş ki: “Küçücük bir
yavrum olmasını çok istiyorum; böyle bir çocuğu nereden bulurum,
söyleyebilir misin bana?”
“Ondan kolay ne var!” demiş büyücü kadın. “Al sana bir arpa tanesi… Ama bu
arpa, tarlalarda yetişen veya tavuklara serptiğimiz arpalara benzemez. Sen
bunu bir saksıya ek, sonra bak bakalım ne çıkacak!”
“Ah çok teşekkür ederim!” demiş kadın ve büyücüye bir gümüş para verdikten
sonra evine dönmü. Arpa tanesini ekmiş, arpadan koskocaman, laleye benzer
güzel bir çiçek çıkmış, ama bu çiçeğin yaprakları, tomurcuk gibi sımsıkı
kapalıymış.
“Ne güzel çiçek bu!” demiş kadın ve çiçeğin o kırmızılı sarılı güzelim
yapraklarını öpmüş. Öper öpmez, çiçek bir çatırtı kopararak açılmış. Bu
hakiki bir lale imiş; ama çiçeğin tam ortasında, yeşil tohumlarının
üzerinde, minicik, sevimli mi sevimli bir kız oturuyormuş. Boyu ancak bir
parmak kadarmış, bu yüzden de adını “Parmak Kız” koymuşlar.
Ona, cilalı, güzel bir ceviz kabuğundan beşik, mor menekşe yapraklarından
döşek, bir gül yaprağından da yorgan yapmışlar. Parmak Kız geceleri
beşiğinde uyuyor, gündüzleri de masanın üzerinde oynuyormuş. Kadın masaya
bir tabak koymuş; etrafına çiçeklerden yapılmış bir çelenk yerleştirmiş;
çiçeklerin sapları, tabağın içindeki suya değiyormuş. Tabakta kocaman bir
lale yaprağı yüzüyormuş. Parmak Kız lale yaprağının üzerine oturup, eline
de iki beyaz at kılından oluşan küreklerini alıp, tabağın bir kenarından
öbür kenarına gidip geliyormuş. Bu, tarif edilemeyecek kadar güzel bir
manzaraymış. Parmak Kız şarkı söylemeyi de biliyormuş. Ah, öyle tatlı,
öyle sevimli söylüyormuş ki, böylesi daha önce hiç duyulmamış.
Bir gece, Parmak Kız o güzel minik yatağında yatarken, pencerenin kırık
camından içeri hop diye çirkin bir dişi kurbağa girivermiş! Bu Kocaman,
ıslak, iğrenç bir kurbağaymış. İçeri girer girmez Parmak Kız’ın kırmızı
gül yaprağından yorganına sarılarak uyuduğu masaya zıplamış.
“İşte bu güzel kız, tam benim oğluma göre bir gelin!” demiş kurbağa.
Sonra, içinde Parmak Kız’ın uyuduğu ceviz kabuğunu kaptığı gibi zıplayarak
pencereden bahçeye atlamış.
O civarda kıyısı bataklık olan büyük, geniş bir dere varmış. Ana kurbağa,
oğlu ile birlikte orada yaşıyormuş. Oğul kurbağa da tıpkı anası gibi
çirkin, iğrenç bir şeymiş. Minik Parmak Kız’ı görünce söyleyebildiği tek
şey, “Vrak! Vrak!” olmuş.
“Bağırma, uyanacak!” demiş ana kurbağa. “Kaçıp gider sonra, tüy gibi hafif
bir şey zaten! Onu deredeki geniş yapraklı nilüferlerden birinin üzerine
koyalım, kız öyle küçük ki, nilüfer ona ada gibi gelir, böylece oradan
kaçamaz. Biz de bu sırada yosunların altındaki büyük odayı hazırlayalım,
orası sizin eviniz olur!”
Derede suyun üzerinde yüzer gibi görünen, iri yeşil yapraklı bir sürü
nilüfer varmış. En uzakta duran, en büyük yaprakmış. Ana kurbağa oraya
yüzmüş ve içine Parmak Kız’ın yattığı ceviz kabuğunu koymuş.
Ertesi sabah minik kız uyanmış ve nerede olduğunu anlayınca, iki gözü iki
çeşme ağlamaya başlamış, çünkü kocaman yeşil yaprağın dört bir yanı suyla
çevriliymiş ve karaya ulaşması imkânsızmış.
Bu sırada ana kurbağa bataklıkta gelin ve damadın odasını hazırlıyormuş.
Odayı sazlarla, sarı nilüfer çiçekleriyle süslüyormuş, çünkü her şeyin
yeni geline yakışır şekilde olmasını istiyormuş. İşi bittikten sonra,
çirkin oğluyla birlikte, Parmak Kız’ın bulunduğu yaprağa gelmiş. Çünkü
gelin hanımın ceviz kabuğundan yapılma güzel yatağını yeni odasına
götürmek istiyormuş.
Yaşlı kurbağa suda yerlere kadar eğilerek Parmak Kız’ı selamlamış ve
“Bubenim oğlum,” demiş, “senin kocan olacak. Bataklıkta rahat bir hayat
yaşayacaksınız.”
Oğlan ise, “Vrak! Vrak!” demiş, başka bir şey diyememiş.
Sonra o güzelim minik yatağı alıp götürmüşler. Parmak Kız tek başına
kalmış ve yeşil yaprağın üzerine sıcak gözyaşları dökmüş, çünkü ne o yaşlı
kurbağayla oturmak ne de onun o iğrenç oğluyla evlenmek istiyormuş. Bu
arada suda yüzen minik balıklar ana kurbağanın söylediklerini duymuşlar ve
merakla sudan başlarını çıkarıp küçük kıza bakmışlar. Onu görür görmez
öyle sevmişler, öyle sevimli bulmuşlar ki, o çirkin ana kurbağanın yanına
gideceğine çok üzülmüşler. “Hayır, olamaz!” demişler. Suyun altında bir
araya toplanıp, Parmak Kız’ın üzerinde oturduğu yaprağın sapını dişleriyle
kemirmeye koyulmuşlar. Sonunda sap kopmuş. Nilüfer yaprağı, üzerinde
oturan Parmak Kız’la birlikte başlamış dereden aşağı yüzmeye; gitmiş,
gitmiş, ana kurbağanın ulaşamayacağı kadar uzaklaşmış oradan. Parmak Kız
birçok kentin önünden geçmiş, onu gören çalılıklardaki küçük kuşlar, “Ne
tatlı kız bu böyle!” diye şakımışlar. Yaprak yüzmüş, yüzmüş, sonunda
ülkeden dışarı çıkmış.
Minik bir beyaz kelebek bıkıp usanmadan Parmak Kız’ın etrafında uçup
duruyormuş, sonunda yaprağın üzerine konmuş, çünkü küçük kıza yakınlık
duymuş. Parmak Kız da artık ana kurbağa kendisini yakalayamayacağı için
çok sevinçliymiş, üstelik geçerken gördüğü yerler de çok güzelmiş.
Güneş suda yansıyor, suyun üzerinde altın rengi pırıltılar oluşturuyormuş.
Derken Parmak Kız kemerini çözüp bir ucunu kelebeğe bağlamış, bir ucunu da
yaprağa… Yaprak şimdi suda hızla kayıyormuş, tabii yaprakla beraber Parmak
Kız da…
Birdenbire kocaman bir Mayıs Böceği Parmak Kız’ı fark edip yanına gelmiş.
Pençeleriyle kızın incecik belinden kavradığı gibi onu kaçırmış ve bir
ağaca götürmüş. Ama yeşil yaprak akıntıyla dereden aşağı sürüklenmiş,
kelebek de onunla beraber… Zavallı, yaprağa bağlı olduğu için bir türlü
kurtulamamış.
Parmak Kız mayıs böceğiyle birlikte ağaca konunca, korkudan ölecek gibi
olmuş! Ama asıl, yaprağa bağladığı güzel beyaz kelebek için üzülüyormuş.
Kurtulamazsa açlıktan ölecek diye. Ama Mayıs Böceği bunu umursamamış bile.
Kızla birlikte ağacın en büyük yaprağının üzerine oturmuş, çiçeklerden bal
toplayıp kıza ikram etmiş ve ona, mayıs böceklerine hiç benzemediği halde,
yine de çok güzel olduğunu söylemiş. Daha sonra, ağaçta yaşayan öteki
mayıs böcekleri ziyarete gelmişler; Parmak Kız’ı tepeden tırnağa
incelemişler, mayıs böceği küçük hanımlar onu duyargalarıyla yoklamışlarve
“Ne acınacak bir durum! Sadece iki ayağı var bunun,” demişler.
“Duyargaları da yok!” – “Beli de çok ince! Üf, tıpkı bir insana benziyor!
Ne kadar çirkin!” demişler. Ama hiç de öyle değilmiş işte, Parmak Kız
dünyalar güzeliymiş. Onu kaçıran Mayıs Böceği de Parmak Kız’ı güzel
buluyormuş ama ötekilerin hepsi kızın çirkin olduğu konusunda fikir
birliğine varınca, sonunda o da diğerlerine uymuş ve artık Parmak Kız’ı
istemez olmuş. Sonunda ona, “Nereye gidersen git,” demiş ve Parmak Kız’ı
bir çayır papatyasının üzerine bırakarak uçup gitmiş. Parmak Kız, “Öyle
çirkinim ki, mayıs böceği bile istemiyor beni,” diye düşünüp ağlamaya
başlamış. Oysa, görülmemiş güzellikte bir kızmış o… Narin, hoş, bir gül
yaprağı kadar güzel…
Parmak Kız, bütün bir yaz boyunca ormanda tek başına yaşamış. Otlardan
kendine bir hamak örmüş ve hamağı yağmurdan korunmak için, koca bir
yaprağın altına asmış. Çiçeklerden bal toplayıp yemiş, yaprakların
üzerinde biriken çiy damlalarını içip susuzluğunu gidermiş. Yaz ve
sonbahar böyle geçmiş, ama sonunda kış gelmiş, soğuk, uzun kış. Ona
şarkılar söyleyen kuşlar göç etmişler, çiçekler, ağaçlar sararıp
solmuşlar, altına sığındığı koca yaprak kuruyup kıvrılmış, sarı, kuru bir
çubuk haline gelmiş. Parmak Kız çok üşüyormuş, çünkü üzerindeki elbiseler
incecikmiş. Kar yağmaya başlamış, üzerine düşen her kar tanesi, bizim
üzerimize kürekle kar atıldığında ne hissedersek öyle bir etki yapıyormuş;
üstelik biz büyüğüz ama o parmak kadar… Kızcağız kurumuş bir yaprağa
sarınmış, ama ısıtmıyormuş ki yaprak; soğuktan tir tir titriyormuş.
Bulunduğu ormanın hemen kenarında büyük bir buğday tarlası varmış;
buğdaylar toplanıp götürülmüş ve geriye donmuş toprağın üzerinde sadece
kuru buğday sapları kalmış. Saplar Parmak Kız’a koca bir orman gibi
gelmiş, git git bitmiyormuş. Gide gide Tarla Faresi Hanım’ın kapısına
varmış. Tarla Faresi Hanım’ın bütün malı mülkü, buğday saplarının
altındaki küçük bir yuvadaymış. Tarla Faresi burada rahatça yaşıyormuş,
bütün odası tıka basa buğday doluymuş, güzel bir mutfağı, bir de kileri
varmış. Kızcağız kapının önünde durmuş, zavallı bir dilenci gibi, bir-iki
arpa tanesi istemiş, çünkü iki gündür hiçbir şey yememiş.
“Vah zavallıcık!” demiş Tarla Faresi, çünkü iyi kalpli, görmüş geçirmiş
bir hanımmış bu. “Gel sıcak evime gel de beraber bir şeyler yiyelim!”
Parmak Kız’dan pek hoşlandığı için de, “Kışı burada geçirebilirsin, ama
bunun karşılığında evimi silip süpüreceksin ve bana masallar anlatacaksın,
çünkü ben masalı çok severim!” demiş.
Parmak Kız, iyi kalpli yaşlı tarla faresinin istediklerini kabul etmiş ve
onun yanında yaşamaya başlamış. “Yakında bir misafirimiz gelecek!” demiş
Tarla Faresi. “Komşum her hafta uğrar bana. Onun durumu benimkinden çok
daha iyidir, evinin kocaman salonları vardır ve şahane, siyah bir kadife
kürk giyer. Onunla evlenirsen rahat edersin. Ama gözleri görmez. Bildiğin
en güzel masalları anlatmalısın ona!”
Ama Parmak Kız bu söylenenlerle ilgilenmemiş, çünkü bir köstebek olan
bukomşuyla evlenmek istemiyormuş. Köstebek siyah kadife kürkünün içinde
gelmiş komşusunu ziyarete. Tarla Faresi, onun çok zengin ve çok bilgili
olduğunu söylemiş. Evinin, kendi evinden yirmi kat büyük olduğunu
anlatmış. “Çok kültürlüdür,” demiş, “yalnız güneşten ve güzel çiçeklerden
hiç hoşlanmaz, onlar hakkında sadece kötü şeyler söyler, çünkü bu zamana
kadar onları hiç görmedi.” Parmak Kız’dan, şarkı söylemesini istemişler, o
da bildiği şarkıları söylemiş. Sesinin güzelliğini duyan Köstebek ona âşık
olmuş, ama hiçbir şey söylememiş, çünkü o bir beyefendiymiş!
Yakınlarda, Tarla Faresi’yle kendi evi arasında, toprağın altında uzun bir
tünel açtığını anlatmış; Tarla Faresi’yle Parmak Kız’ın, ne zaman
isterlerse o tünelde dolaşabileceklerini söylemiş. Fakat tünelde yatmakta
olan ölü kuşu görünce korkmamalarını da tembihlemiş. Bu, kanadıyla,
gagasıyla kocaman bir kuşmuş, kış başında ölmüş olmalıymış ve tam da
köstebeğin tüneli kazdığı yerde gömülüymüş.
Köstebek karanlıkta ateş gibi parıldayan bir mantar parçası almış ağzına
ve önden giderek, uzun karanlık tüneli aydınlatmış. Ölü kuşun bulunduğu
yere geldikleri zaman, geniş burnuyla tavanı ittirip toprağa kocaman bir
delik açmış, bu delikten içeri güneş ışığı dolmuş. Yerde bir kırlangıç
ölüsü yatıyormuş, güzel kanatları iki yanına yapışık, ayakları ve başı
tüylerinin arasına gömülü… Zavallı kuş anlaşılan soğuktan donmuş. Parmak
Kız çok acımış ona, o bütün küçük kuşları severmiş, onlar bütün yaz Parmak
Kız için şakıyıp durmuş, birbirinden güzel şarkılar söylemişler çünkü; ama
köstebek kısa bacaklarıyla ittirmiş onu ve “Artık cik cik diye ötemez!
Küçük bir kuş olarak doğmak, acınacak bir şey! Tanrıya şükürler olsun ki,
benim çocuklarım için böyle bir şey söz konusu değil. Bu kuşların ‘cik cik’
lerinden başka hiçbir şeyleri yok, Bu yüzden de kış gelince böyle açlıktan
ölüyorlar!”
“İsabet buyurdunuz!” demiş tarla faresi. “Kış gelince neye yarar ki cik
cikleri? Aç kalıyor, soğuktan donuyorlar, ne yapayım ben onların
kibarlığını!”
Parmak Kız bir şey söylememiş, ama onlar kuşa arkalarını döner dönmez
eğilmiş, kuşun başını örten tüyleri aralamış ve kapalı gözlerinden öpmüş
onu. “Yazın bana o güzel şarkıları söyleyen, belki de bu kuştu,” diye
düşünmüş, “beni ne kadar mutlu etti, bu sevgili güzel kuş!”
Köstebek içeri gün ışığının girdiği deliği tıkamış sonra ve
hanımefendilere evlerine kadar eşlik etmiş. Ama Parmak Kız geceleyin hiç
uyuyamamış. Yatağından kalkmış, samanlardan büyük, güzel bir battaniye
örmüş, sonra battaniyeyi aşağı taşımış ve ölü kuşun üzerine örtmüş; tarla
faresinin odasında bulduğu yumuşacık pamuğu da, soğuk toprakta üşümeden
yatsın diye kuşun iki yanına yerleştirmiş.
“Hoşça kal güzel kuş!” demiş. “Hoşça kal! Ağaçların yemyeşil, güneşin
sıcacık olduğu o yaz günlerinde bana söylediğin şarkılar için çok teşekkür
ederim sana!” Sonra başını kuşun göğsüne dayamış, dayar dayamaz da
korkudan ödü kopmuş, sanki kuşun göğsünden bir tıkırtı geliyormuş! Parmak
Kız o sırada anlamış tıkırtının kuşun çarpan kalbinden geldiğini. Meğerse
kuş ölmemiş, sadece soğuktan uyuşmuş, ısınınca da tekrar canlanmış.
Sonbaharda bütün kırlangıçlar sıcak ülkelere göç ederler, içlerinden biri
gitmekte gecikecek olursa böyle donar, ölü gibi yere düşer, düştüğü yerde
kalır ve üzerini soğuk karlar örter.
Parmak Kız korkudan tir tir titriyormuş, çünkü kendi parmak kadar cüssesi
yanında, kuş dev gibi görünüyormuş; ama kendini toparlamış, pamukları
iyice sıkıştırmış, kendi yorganı olarak kullandığı yaprağı da getirmiş ve
kuşun başının üzerine örtmüş.
Ertesi gece tekrar aşağı, kuşun yanına inmiş usulca, kuş iyice kendine
gelmiş, ama hâlâ halsizmiş. Bir an için gözlerini açmış, başka lambası
olmadığından elindeki ışıldayan mantarla yanında duran Parmak Kız’ı görmek
istiyormuş çünkü.
“Çok teşekkür ederim küçüğüm!” demiş hasta kırlangıç. “İyice ısındım
artık! Kısa zamanda gücümü toplar, dışarıda, sıcacık gün ışığında uçarım
ben.”
“Ah, hayır!” demiş Parmak Kız. “Dışarısı çok soğuk, kar yağıyor her yer
buz gibi! Sıcak yatağından sakın çıkma, ben bakarım sana!”
Bir çiçek yaprağının içinde kırlangıca su getirmiş, kırlangıç suyu içmiş
ve Parmak Kız’a, bir kanadı dikenli çalıya takılıp yaralandığı için,
uzaklara, çok uzaklara, sıcak ülkelere göç eden öteki kırlangıçlar gibi
hızlı uçamadığını anlatmış. Bundan sonrasını, buraya nasıl geldiğini de
hiç hatırlamıyormuş.
Kırlangıç kış boyu orada, toprağın altında kalmış, Parmak Kız da ona çok
iyi bakmış. Köstebeğe de Tarla faresi’ne de bundan hiç söz etmemiş, çünkü
onlar zavallı kırlangıçtan hoşlanmıyorlarmış.
İlkbahar gelip de güneş toprağı ısıtınca, Köstebeğin yaptığı deliği açan
kırlangıç, Parmak Kız’a veda etmiş. Güneş üzerlerinde sıcacık parlıyormuş!
Kırlangıç, Parmak Kız’a kendisiyle gelmek ister mi diye sormuş. Sırtına
oturabileceğini, birlikte yemyeşil ormana uçabileceklerini söylemiş. Ama
Parmak Kız, böyle habersizce çekip giderse, tarla faresinin pek
üzüleceğini biliyormuş.
“Hayır, ben gelemem!” demiş. Bunun üzerine, “Hoşça kal, hoşça kal, iyi
kalpli güzel kız!” demiş kırlangıç ve güneşe doğru uçmuş. Parmak Kız onun
arkasından bakmış, gözlerine yaşlar dolmuş, çünkü kırlangıcı çok
seviyormuş.
“Cik cik!” diye ötmüş kuş ve yeşil ormana doğru uçup gitmiş.
Parmak Kız çok üzgünmüş. Çünkü sıcak gün ışığına çıkmasına hiç izin
verilmiyormuş. Tarla Faresi’nin evinin üzerindeki tarlaya ekili buğdaylar
öyle büyümüş ki, parmak boyundaki zavallı minik kıza, balta girmemiş
ormanlar gibi geliyormuş burası.
“Sen yaz boyunca dikişlerini dikmeli, çeyizini hazırlamalısın!” demiş
Tarla Faresi ona, çünkü şu can sıkıcı, siyah kadife kürklü komşusu
Köstebek Bey, Parmak Kız’la evlenmek istediğini bildirmiş. “Masa
örtülerin, yatak örtülerin olmalı,” diyormuş Tarla Faresi kıza,
“Köstebek’le evleneceğin zaman, hiçbir şeyin eksik kalmamalı!”
Bu yüzden Parmak Kız bütün gün çeyiz işlemek zorundaymış; Tarla Faresi
çeyize yardım etsinler diye dört örümceği işe almış, onlar da gece gündüz
bir şeyler örüyorlarmış. Köstebek her akşam onlara geliyor, habire
düğünden söz ediyormuş: Yaz sona erince, güneşin kızgınlığı geçince,
Parmak Kız’la düğünlerini yapacağını söylüyormuş. Parmak Kız bundan hiç de
memnun değilmiş, çünkü bu sıkıcı Köstebeği sevmiyormuş. Her gün, güneş
doğarken ve akşamları batarken kapının önüne çıkıyor, rüzgâr buğday
başaklarını araladığı zamanlarda mavi gökyüzüne bakıyor, dışarısının ne
kadar aydınlık ve güzel olduğunu düşünüyor ve o sevgili kırlangıcı görmeyi
çok istiyormuş. Ama çok uzaklara, güzelim yeşil ormana uçan kırlangıç, hiç
gelmiyormuş.
Sonbahar geldiğinde, Parmak Kız’ın bütün çeyizi hazırmış.
“Dört haftaya kadar düğününü yaparız!” demiş Tarla Faresi. Bunun üzerine
Parmak Kız ağlamaya başlamış ve o can sıkıcı Köstebek’le evlenmek
istemediğini söylemiş.
“Hadi oradan, saçmalama!” demiş Tarla Faresi. “Aksilik etme, yoksa şu
beyaz dişlerimle ısırırım seni. Evleneceğin adam, çok hoş bir beyefendi. O
kadife gibi siyah kürkü, kraliçelerde bile yok. Mutfağı, kileri yiyecek
dolu. Talihine şükretmen gerek!”
Düğün günü Köstebek Parmak Kız’ı almaya gelmiş. Parmak Kız onunla birlikte
yerin dibinde yaşayacak, sıcacık güneşe asla çıkamayacakmış, çünkü
Köstebek güneşten hiç hoşlanmıyormuş. Zavallı yavrucak öyle üzgünmüş ki!
Tarla Faresi’nin yanındayken hiç olmazsa kapıdan görebildiği güzel güneşle
artık vedalaşması gerekiyormuş.
“Hoşça kal aydınlık gün ışığı!” demiş kollarını yukarı kaldırarak. Buğday
tarlası artık biçilmiş, toprakta yalnızca kuru samanlar kalmış olduğu
için,Tarla Faresi’nin evinden birazcık uzaklaşmış. “Hoşça kal, hoşça kal!”
demiş ve yanında duran küçük bir kırmızı çiçeğe sarılmış minik kollarıyla.
“Sevgili kırlangıcımı görürsen, benden selam söyle!”
Tam o sırada, “Cik cik!” diye bir ses duymuş başının üzerinde. Parmak Kız
bakmış ki, bu oradan geçmekte olan kırlangıç! Kızı görünce o da çok
sevinmiş. Parmak Kız kırlangıca, çirkin köstebekle evlenmeyi hiç
istemediğini, çünkü evlenirse yeraltında yaşayıp, bir daha güneşi asla
göremeyeceğini anlatmış. Anlatırken de gözyaşlarını tutamamış.
“Kış gelmek üzere,” demiş kırlangıç, “Ben diğer kuşlarla birlikte sıcak
ülkelere göç ediyorum. Sen de gelmek ister misin? Sırtıma oturabilirsin!
Yalnız kemerinle bana sıkıca bağla kendini. Çirkin Köstebek’ten ve onun
karanlık evinden kaçar, dağları aşıp sıcak ülkelere gideriz. Oralarda
güneş buralardakinden daha parlaktır, çiçekleri açar hep daha güzel açar.
Haydi gel götüreyim seni minik kız… Ben kapkaranlık yeraltında donmuş
yatarken, benim hayatımı kurtardın sen!”
“Tamam, geliyorum seninle!” demiş Parmak Kız ve kuşun sırtına oturup,
açılmış kanatlarına ayaklarını dayamış ve kendini en sağlam tüylerinden
birine kemeriyle bağlamış. Sonra kırlangıç havalanmış, ormanların,
denizlerin, her zaman karla kaplı ulu dağların üzerinden uçmuş. Buz gibi
havada soğuktan donuyormuş Parmak Kız, ama kuşun sıcacık tüylerinin
arasına sokulmuş, aşağıdaki o muhteşem manzarayı izlemek için, sadece
minik başını dışarıda bırakmış.
Nihayet sıcak ülkelere varmışlar. Orada güneş, bizim buralardakinden çok
daha parlakmış, gök daha açıkmış, üzümlerin en güzeli orada yetişiyormuş.
Ormanlardaki ağaçlardan mis kokulu limonlar, portakallar, mersinler
sarkıyor, sokaklarda sevimli mi sevimli çocuklar koşturuyor, rengârenk
kocaman kelebekleri kovalıyorlarmış. Ama kırlangıç yoluna devam ediyor,
manzara gittikçe daha da güzelleşiyormuş. Masmavi bir denizin kıyısında,
yemyeşil ağaçların altında, göz alıcı beyazlığıyla, mermerden bir saray
varmış. Yüksek sütunları asmalarla çevriliymiş; en tepesinde bir sürü
kırlangıç yuvası varmış, bunlardan biri de bizim kırlangıcın yuvasıymış ve
kırlangıç Parmak Kız’ı oraya götürmüş.
“Benim evim burası işte!” demiş kırlangıç. “Aşağıda yetişen çiçeklerden en
beğendiğini seç, seni oraya bırakayım… Burayı çok seveceksin, tam sana
göre bir yer!”
“Oooo, ne kadar da güzel!” demiş Parmak Kız, sevinçle minik ellerini
çırparak.
Orada, yere devrilip üç parçaya ayrılmış büyük mermer bir sütun varmış,
parçaların arasında çok güzel iri beyaz çiçekler açmış. Kırlangıç Parmak
Kız’la birlikte oraya inmiş ve kızı geniş yapraklardan birinin üzerine
bırakmış. Parmak Kız bir de ne görsün! Çiçeğin tam ortasında minnacık bir
adam oturmuyor mu! Adam, camdan yapılmış gibi saydam ve beyazmış. Başında
zarif bir altın taç, omuzlarında güzel mi güzel beyaz kanatlar varmış.
Boyu da tam Parmak Kız’ın boyu kadarmış. Bu adam Çiçek meleğiymiş. Her
çiçekte böyle minik bir erkek ya da kadın melek olurmuş, ama Parmak Kız’ın
gördüğü, onların kralıymış.
“Tanrım, ne kadar da yakışıklı!” diye fısıldamış Parmak Kız kırlangıcın
kulağına. Küçük prens kırlangıçtan çok korkmuş, çünkü kendi ufak tefekliği
yanında, kuş dev gibi görünüyormuş gözüne. Ama Parmak Kız’ı görünce çok
sevinmiş, çünkü bu o güne kadar gördüğü kızların en güzeliymiş. Bu yüzden,
altın tacını çıkarıp Parmak Kız’ın başına takmış, adını sormuş ve ondan
kendisiyle evlenip çiçekler kraliçesi olmasını istemiş. Bu gerçekten de
bambaşka bir erkekmiş, ne çirkin kurbağanın oğluna benziyormuş ne de siyah
kadife kürklü Köstebeğe. Böylece yakışıklı prensin teklifini kabul etmiş
Parmak Kız; her çiçekten bir hanım ya da bir bey gelmiş, hepsi de çok
sevimli, çok hoş kişilermiş. Her biri Parmak Kız’a bir hediye vermiş, ama
hediyelerin en güzeli, büyük beyaz bir sineğin kanatlarıymış. Kanatları
Parmak Kız’ın omuzlarına takmışlar, o da artık çiçekten çiçeği
uçabiliyormuş.
Herkes çok sevinçli ve mutluymuş. Kırlangıç da, yukarda, yuvasında onlara
güzel şarkılar söylüyormuş, ama içten içe de üzülüyormuş çünkü Parmak
Kız’ı çok seviyor ve ondan ayrılmayı hiç istemiyormuş.
“Bundan sonra senin adın Parmak Kız olmasın!” demiş çiçek meleği ona. “Bu
çirkin bir isim, oysa sen çok güzelsin. Bundan sonra sana Maya diyelim!”
“Hoşça kal, hoşça kal!” demiş kırlangıç ve o sıcak ülkeden ayrılıp bizim
bildiğimiz ülkelere geri dönmüş. Gittiği yerde, masallar anlatan bir
adamın penceresinin üstüne yuva yapmış. Orada oturup “Cik cik!” diye
şakıyarak Parmak Kız’ı anlatmış. Biz de bu masalı o adamdan öğrendik.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|