Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
CENNET BAHÇESİ
Bir zamanlar bir prens vardı. Bu prensin hiç kimsenin sahip olmadığı kadar
çok, bir sürü güzel kitabı vardı. Kitaplarından, bu dünyada olup biten her
şeyi okuyup öğrenir ve güzel resimlerine bakardı. Kitaplarından dünyadaki
bütün halklar ve ülkeler hakkında bilgi edinebiliyordu. Ancak öğrenemediği
tek şey cennet bahçesinin nerede olduğuydu.Kitapların hiçbirinde bu konuda
yazılmış tek kelime bile yoktu. Oysa bu, prensin kafasını en çok meşgul
eden konuydu.
Küçükken, okula yeni başlayacağı zaman büyükannesi ona, cennet
bahçesindeki her çiçeğin lezzetli bir pasta olduğunu ve çiçeklerin
ortasından en kaliteli şarapların aktığını anlatmıştı. Büyükannenin
söylediğine göre, bir çiçekte tarih, bir başkasında coğrafya, ötekinde
çarpım cetveli yazılıydı. İnsan bir pasta yediği zaman, aslında ders
çalışmış olurdu; yani ne kadar çok pasta yersen, o kadar çok tarih,
coğrafya ve matematik öğrenirdin.
O zamanlar bu söylenenlere inanırdı prens; ama büyüdükçe, daha çok şey
öğrenip akıllandıkça, cennet bahçesinin güzelliklerinin bundan daha başka
bir şey olması gerektiğini kavradı.
Kendi kendine, “Havva niye bilgi ağacının meyvesini koparmış! Adem neden
yasak meyveyi yemiş! Ben onun yerinde olsaydım böyle bir şeye asla
kalkışmazdım. Günahlar dünyasına girmezdim!” diyordu.
Çocukken böyle derdi, ama şimdi on yedi yaşındaydı ve hâlâ aynı şekilde
düşünüyordu Üstelik aklı fikri hâlâ cennet bahçesindeydi.
Günlerden bir gün tek başına ormana gitti, çünkü bu onun en büyük
zevkiydi.
Akşam çöktü, bulutlar çoğaldı ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur
başladı. Ortalık zifiri karanlıktı. Prens kâh ıslak otların üzerinde
kayıyor, kâh kayalık zemindeki sert taşlara takılıp düşüyordu. Her yeri
sırılsıklam oldu ve sonunda zavallı prensin üzerinde bir tek kuru iplik
bile kalmadı. Üzerindeki kalın yosunlardan sular sızan kayalara tırmandı.
Tam bayılacaktı ki, o anda tuhaf bir fısıltı duydu ve içinden ışık
yansıyan kocaman bir mağaranın önünde olduğunu fark etti. Mağaranın tam
ortasında, kocaman bir ateş yanıyordu. Görkemli boynuzlarıyla koca bir
geyik bir şişe geçirilmiş, köknar ağacından kesilmiş iki kütüğün arasında
ağır ağır çevrilerek bu ateşte kızarıyordu. Erkek kıyafetleri içinde,
güçlü kuvvetli yaşlıca bir kadın, ateşin başına oturmuş, alevlerin arasına
arada sırada odun atıyordu.
“Yaklaş!” dedin kadın prense. “Ateşin başına gel de, elbiselerini kurut!”
“Burası çok esiyor!” dedi prens otururken.
“Oğullarım eve dönünce daha da çok esecek!” diye cevap verdi kadın.
“Rüzgârların mağarasındasın, benim oğullarım dünyanın dört rüzgârıdır.
Anladın mı?”
“Peki oğulların neredeler şimdi?” diye sordu prens.
“On bilge kişi bir araya gelse cevap verilemeyecek soruları, ancak bir
kaçık sorar!” diye homurdandı kadın. “Oğullarım akıllarına eseni yaparlar;
şimdi yukarda kraliyet salonunda bulutlarla top oynuyorlar,” diye ekledi
parmağıyla yukarıyı işaret ederken.
“Demek öyle ha!” dedi prens. “Ama şunu söylemeliyim ki, çok kaba
konuşuyorsun ve benim tanıdığım kadınlar gibi kibar biri değilsin!”
“Herhalde o kadınların kibarlıktan başka işi gücü yok! Ama ben, oğullarıma
terbiye vereceksem sert ve kaba olmak zorundayım. Çok inatçı olmalarına
rağmen, onlarla başa çıkabilmemi buna borçluyum! Şurada, duvarda asılı
dört çuvalı görüyor musun? Senin bir zamanlar sopadan korktuğun gibi,
onlar da bu çuvallardan korkarlar. Onları zapt etmek istediğimde, o
çuvalların içine sokarım; işi fazla uzatmayız! Ben çıkabileceklerini
söylemeden de, hiçbir yere kıpırdayamazlar. Bak, işte biri geldi bile!”
Gelen buz gibi bir soğukla birlikte içeri giren, Kuzey Rüzgârı’ydı; Kuzey
Rüzgârı gelir gelmez, kocaman dolu taneleri yağmaya başladı ve etrafına
karlar birikti. Üzerinde ayı postundan bir pantolon ve ceket vardı. Yine
ayı postundan yapılma kasketini kulaklarının üzerine kadar çekmişti.
Sakalından buzlar sarkıyor, ceketinin yakasından dolu taneleri
dökülüyordu.
“Ateşe hemen yaklaşmayın!” dedi prens. “Soğuktan geldiğiniz için elleriniz
ve yüzünüz şişebilir.”
“Benim mi!” dedi Kuzey Rüzgârı kahkahalarla gülerek. “Bu benim en büyük
zevkimdir! Ayrıca sen de kim oluyorsun! Rüzgârların mağarasına nasıl
geldin?”
“O benim konuğum!” dedi yaşlı kadın. “Bu açıklama yetmediyse, hemen
çuvalına girebilirsin. O kadar!”
Bu söz yeterli oldu. Kuzey Rüzgârı, nereden geldiğini, son bir ayı nerede
geçirdiğini anlatmaya koyuldu.
“Kuzey Buz Denizi’nden* geliyorum,” dedi, “Rus mors* avcılarıyla birlikte
Behring Adası’ndaydım.* Onlar Kuzey Burnu’na* doğru yol alırken, dümende
oturmuş uyukluyordum. Ara sıra uyandıkça, fırtına kuşlarının ayaklarımın
etrafında uçuştuğunu görüyordum. Acayip bir kuştu bu, kanatlarını süratle
bir kere çırpıyor, ondan sonra havada süzülüyor ve kanat çırpmasa bile çok
hızlı ilerleyebiliyordu!”
“Bu kadar ayrıntılı anlatmana gerek yok! Uzatma!” dedi Rüzgâr Ana.
“Behring Adası’na gel sen!”
“Müthiş güzellikte bir yerdi. Yosunların üzerindeki yarı erimiş
karlarıyla, tepsi gibi dümdüz, dans pisti gibi bir yer! Mors ve kutup
ayısı kemikleri ile keskin taşlar, üzerini yeşil küf kaplamış dev
kollarına benziyordu. Sanki üzerlerine hiç güneş vurmamıştı. Aradıkları
baraka görülebilsin diye, biraz üfleyerek sisi dağıttım. Bu gemi enkazı
parçalarından yapılmış ve mors derisiyle kaplanmış bir kulübeydi. Derinin
iç yüzü dışarı verilmişti, kırmızı-yeşil bir rengi vardı. Kulübenin
çatısına canlı bir kutup ayısı oturmuş, homurdanıyordu. Sahile gidip kuş
yuvalarını izledim ve daha tüyleri çıkmamış yavrulara baktım. Açlıktan
bağırmaya başlarlarsa, gagalarını kapamayı öğrensinler diye, boğazlarına
üfleyiverdim. Sahilin en alt kesiminde ise morslar, domuz kafalı, koca
dişli dev kurtçuklar gibi oynaşıyorlardı!”
“Güzel anlatıyorsun oğulcuğum!” dedi annesi. “Dinlediklerim ağzımı
sulandırdı!”
“Derken av başladı! Zıpkınlar morsların göğsüne saplanıyor, kanlar buzdan
çıkan sıcak su kaynağı gibi buharlar saçarak fışkırıyordu. Sıra benim
rolüme gelmişti. Esme sanatındaki hünerimi gösterip kendi gemilerimle,
yani dev gibi buzdağlarıyla diğer gemileri kıstırdım. Nasıl bağırıyorlardı
bir görseydiniz! Ama benim sesim daha güçlüydü. Ölü morsları, sandıkları
ve av takımlarını, her şeyi, ama her şeyi buzun üstüne saçmak zorunda
kaldılar. Üzerlerine lapa lapa kar yağdırdım ve onları, tuzlu suyun tadına
baksınlar diye, ganimet dolu gemileriyle birlikte güneye sürükledim.
Behring Adası’na bir daha gelemezler!”
“Demek ki hep kötülük yaptın!” dedi Rüzgâr Ana.
“İyiliklerimi başkaları anlatsın!” dedi Kuzey Rüzgârı. “Bakın Batı Rüzgârı
kardeşim de geldi; ben en çok onu severim, deniz kokar ve kendisiyle
birlikte hoş bir serinlik getirir!”
“O Küçük meltem mi?” diye sordu prens.
“Evet, ta kendisi!” diye cevap verdi yaşlı kadın. “Artık o kadar da küçük
değil. Bir zamanlar sevimli bir delikanlıydı, ama o günler geçmişte
kaldı!”
Batı Rüzgârı vahşi bir orman adamına benziyordu, ama gene de başına, bir
kötülük gelmesin diye koruyucu bir şapka giymişti. Elinde, Amerika’daki
ormanlardan kesilmiş, maun* ağacından yapılma bir topuz* taşıyordu. Daha
kalitesiz bir şeyle yetinemezdi.
“Nereden geliyorsun?” diye sordu annesi.
“Vahşi ormanlardan!” dedi Batı Rüzgârı. “Dikenli sarmaşıkların, ağaçların
arasını balta girmemiş ormanlar gibi sardığı, su yılanlarının ıslak
otların üzerine uzanıp yattığı ve insanların gereksiz olduğu yerlerden!”
“Neler yaptın orada?”
“Derin ırmağı gözledim, ırmağın kayalardan aşağı nasıl çağladığına baktım,
gökkuşağını taşımak için gökyüzüne uçtum. Yabani mandanın ırmakta yüzüşünü
gördüm, ama fırtına onu bir yabani ördek sürüsüyle birlikte şelaleye
sürükledi. Ördekler havalanıp uçtular, ama manda aşağı yuvarlandı. Çok
keyifliydi doğrusu… Sonra ben de öyle bir fırtına çıkardım ki, asırlık
ağaçlar köklerinden sökülüp paramparça oldular!”
“Başka bir şey yapmadın mı?” diye sordu yaşlı kadın.
“Savanlarda* taklalar attım, vahşi atları okşadım ve hindistancevizlerini
silkeledim. Anlatacak çok şey var, ama her şeyi anlatmak da gerekmez ki!
Bunu sen iyi bilirsin anneciğim!” dedi Batı Rüzgârı ve annesini öyle bir
öptü ki, kadıncağız neredeyse sırt üstü yere yuvarlanıyordu. Batı Rüzgârı
gerçekten de vahşi bir delikanlıydı.
O sırada, başında bir türban ve uçuşan harmanisiyle* Güney Rüzgârı
çıkageldi.
“Burası felaket soğuk!” deyip ateşe odun attı. “İlk gelenin Kuzey Rüzgârı
olduğu hemen anlaşılıyor!”
“Bir kutup ayısını kızartmaya yetecek kadar sıcak burası!” diye cevap
verdi Kuzey Rüzgârı.
“Senden iyi kutup ayısı mı olur!” dedi Güney Rüzgârı.
“Sizin canınız çuvala girmek istiyor galiba!” dedi yaşlı kadın. “Sen şu
taşın üstüne otur da, başından geçenleri anlat bakalım!”
“Afrika’daydım anneciğim,” dedi Güney Rüzgârı. “İnançsızların ülkesinde,
Hotantolarla* birlikte aslan avladım! Afrika’nın ovalarında, zeytin yeşili
güzel çayırlar vardı. Orada antiloplar oynaşıyor, devekuşları benimle
yarışıyordu, ama benim ayaklarım daha hızlıydı tabii ki. Sapsarı kumları
olan, tıpkı denizlerin dibine benzeyen çöllere gittim. Bir kervana
rastladım; içme suyu sağlamak için, kalan son develerini kestiler, ama
fazla bir şey çıkmadı. Tepeden güneş kavuruyor, yerden kumlar yakıyordu. O
sırada ben incecik kumu kazıp havalandırdım ve bir hortum çıkardım. Kumlar
âdeta dans ediyordu Hecin develerinin* nasıl da umutsuzca durduklarını,
tacirlerin kaftanlarıyla başlarını örtüşlerini bir görecektin! Sanki ben
tanrılarıymışım gibi, kendilerini önüme atıyorlardı. Şimdi üstlerinde bir
kum tepesiyle, orada gömülü yatıyorlar. Ben üzerlerinde esmeyi
sürdürdükçe, güneş kemiklerini beyazlatıp parlatacak, böylece gezginler,
orada daha önce de insanların bulunduğunu anlayacaklar, aksi halde çölde
insan olduğuna inanmak mümkün değildir.”
“Demek sadece kötülük yaptın!” diye cevap verdi annesi. “Gir bakalım
çuvala!” Ve Güney Rüzgârı neye uğradığını bile anlayamadan onu tuttuğu
gibi çuvalın içine tıktı. Güney Rüzgârı yerde debelenip duruyordu, ama
annesi üzerine oturunca, sakinleşmek zorunda kaldı.
“Gerçekten de çok yaramaz oğulların var!” dedi prens ona.
“Evet,” dedi yaşlı kadın, “ama ben onları zapt etmesini bilirim. İşte
dördüncü de geldi!”
Çinlilerin geleneksel giysilerini giymiş olan Doğu Rüzgârı’ydı bu.
“Ne o, Çin’den mi geliyorsun?” dedi annesi. “Ben senin Cennet Bahçesi’nde
olduğunu sanıyordum!”
“Oraya yarın uçacağım!” diye cevap verdi Doğu Rüzgârı. “Yarın oraya son
gidişimin yüzüncü yılı doluyor. Şimdi Çin’den geliyorum, bütün
çıngıraklarını çaldırana kadar, çinili kulenin etrafında dans ettim.
Sokaktaki bütün mandarinler* dayak yedi, bambu* sopaları sırtlarında
kırıldı; üstelik mandarinlerin arasında, birinci dereceden dokuzuncu
dereceye kadar her kademeden memur vardı. ‘Çok teşekkürler bizim iyi
kalpli babamız!’ diye bağrışıp duruyorlardı! Bunu söylerken içten
değillerdi tabii, ama söylemek zorundaydılar. Sonra çanları çaldırmaya ve
“Çing, çang, çung!” diye şarkı söylemeye devam ettim.”
“Gittiğin yere bela götürüyorsun!” dedi yaşlı kadın. “İyi ki yarın cennet
bahçesine gidiyorsun; bunun eğitimine iyi bir etkisi oluyor. Bilgelik
pınarından bol bol su iç, küçük bir şişe de bana getir.”
“Tamam!” dedi Doğu Rüzgârı. “Ama benim güneyli kardeşimi niye çuvala
tıktın sen! Çıkar onu oradan! Bana Anka Kuşu’nu* anlatması lazım. Her
yüzyılda bir gittiğimde, cennet bahçesindeki prenses o kuş hakkında bir
şeyler dinlemek ister. Hadi aç çuvalı, benim tatlı, sevgili anneciğim, hem
bak sana yeşil ve taptaze iki paket çay getirdim, onu vereceğim!”
“Pekâlâ, çayın da hatırına, ama asıl sen benim en sevgili oğlum olduğun
için, senin hatırına açacağım.”
Yaşlı kadın çuvalı açtı ve Güney Rüzgârı sürünerek dışarı çıktı, ama bir
yabancının, yani prensin yanında küçük düştüğü için kızgındı.
“İşte sana prenses için bir palmiye yaprağı,” dedi Güney Rüzgârı. “Bu
yaprağı bana dünyada başka bir eşi bulunmayan yaşlı Anka Kuşu verdi. Bütün
yaşamöyküsünü, yüz yıllık yaşamını, gagasıyla yaprağın üzerine kazıdı.
Prenses kendisi de okuyabilir. Anka kuşunun kendi yuvasını ateşe verişini,
yuvanın içinde oturup bir Hindu’nun dul karısı gibi yanışını kendi
gözlerimle gördüm. Kuru dallar yanarken nasıl da çatırdıyordu bir bilsen!
Korkunç bir duman ve koku vardı! Sonunda her şey alev aldı ve yaşlı Anka
kuşu yanıp kül oldu. Ama yumurtası ateşin içinde bir kor gibi parlıyordu,
sonunda büyük bir çatırtıyla kırıldı ve yavru kuş uçarak yuvadan çıktı.
Şimdi o bütün kuşların yöneticisidir ve dünyadaki tek Anka kuşu odur.
Prensese selam olsun diye, sana verdiğim palmiye yaprağına da, gagasıyla
bir delik açtı!”
“Haydi artık, bir şeyler yiyelim!” dedi rüzgârların annesi ve hepsi
birlikte oturup kızarmış geyiği yediler. Prens, Doğu Rüzgârı’nın yanına
oturmuştu, çünkü ikisi hemen çok iyi arkadaş olmuşlardı.
“Söylesene,” dedi prens, “şu sözünü ettiğiniz prenses neyin nesidir ve
cennet bahçesi nerededir?”
Güldü Doğu Rüzgârı, “Orayı görmek istiyorsan, yarın benimle birlikte gel o
zaman!” dedi. “Ama Havva ile Adem’den beri oraya hiçbir insanın ayak
basmadığını söylemeliyim. Ama sen bunları İncil’de anlatılan hikâyelerden
biliyorsundur herhalde?”
“Evet, tabii!” dedi prens.
“Onlar cennetten kovulduğu zaman, cennet bahçesi de yerin dibine batmış;
ama sıcak günışığını, yumuşacık havasını ve bütün o güzelliklerini
korumuş. Periler kraliçesi orada oturur; ölümün hiçbir zaman giremediği
mutluluk adası da oradadır! Yarın sırtıma bin de, seni oraya götüreyim.
Bunu yapabilirim. Ama bugünlük bu kadar konuşma yeter, uykum geldi!”
Böylece hepsi yatıp uyudular.
Prens sabahleyin uyanıp da, kendisini bulutların üzerinde bulunca hiç
şaşırmadı. Kendisini özenle taşıyan Doğu Rüzgârı’nın sırtında oturuyordu.
O kadar yükseklerde uçuyorlardı ki, ormanlar ve tarlalar, ırmaklar ve
göller, altlarında harita gibi görünüyordu.
“Günaydın,” dedi Doğu Rüzgârı, “biraz daha uyuyabilirsin istersen,
altımızdaki düz arazide, kiliseleri saymazsak, görülecek pek bir şey yok.
Onlar da yeşil tahtadaki tebeşir noktaları gibi görünüyorlar!” Yeşil tahta
dediği, altlarındaki tarlalar ve çayırlardı.
“Annene ve kardeşlerine veda etmemem ayıp oldu!” dedi prens.
“Uykuda olan birinin mazereti vardır!” dedi Doğu Rüzgârı ve daha da hızlı
uçmaya başladı. Aşağıdan ağaçların sesi duyulabiliyordu; çünkü onlar
üzerlerinden uçarken, bütün dallar ve yapraklar hışırdıyordu; denizlerin
ve göllerin üzerinden uçtuklarını da anlayabiliyorlardı, çünkü onlar
geçerken dalgalar yükseliyor ve gemiler yüzen kuğular gibi sulara batıp
çıkıyordu.
Akşama doğru hava kararırken, kentler daha da güzel görünmeye başladı. Kâh
orada kâh burada bir sürü ışık göz kırpıyordu. Çocukların okuldan dönerken
yaptıkları gibi, bir kâğıt parçasını yakıp da, çıkan kıvılcımları
seyrediyorlardı sanki. Prens ellerini çırptı, ama Doğu Rüzgârı böyle
yapmamasını, sıkıca tutunmasını, yoksa aşağı düşüp kendini bir kilise
kulesine asılı bulmasının işten bile olmadığını söyledi ona.
Kara ormanlardaki kartal da çok hızlı uçardı, ama Doğu Rüzgârı ondan daha
hızlıydı. Küçük atının üzerindeki Kazak,* ovalarda dörtnala koşturuyordu
ama Doğu Rüzgârı onu da geçiyordu.
“Şimdi Himalayalar’ı görüyorsun!” dedi Doğu Rüzgârı. “Asya’daki en yüksek
dağlardır bunlar, yakında cennet bahçesine varacağız!” Yönlerini biraz
daha güneye çevirdiler; her yerden çiçek kokuları yükseliyordu; her
tarafta incir ve nar ağaçları vardı; yabani asmalardan kırmızı ve yeşil
üzümler sarkıyordu. Burada yere indiler ve sanki rüzgâra, “Evine hoş
geldin!” dercesine başlarını sallayan çiçeklerin açtığı çayırlara
uzandılar.
“Cennet bahçesine mi geldik?” diye sordu prens.
“Hayır, daha değil!” diye cevap verdi Doğu Rüzgârı. “Ama çok yaklaştık.
Şuradaki kaya duvarı ve üzüm salkımlarının büyük yeşil bir perde gibi
önünü kapattığı koca mağarayı görüyor musun? Oradan geçeceğiz. Pelerinine
sarın, güneş burada yakıcı ama, birkaç adım sonra buz gibi soğuk olacak
ortalık. Mağaranın öbür tarafına geçen bir kuşun dışarıdaki kanadı sıcak
yaz güneşinde, öteki kanadı buz gibi soğukta kalır.
“Demek ki cennet bahçesine giden yol bu, öyle mi!” dedi prens.
Sonra mağaraya girdile: Uff, nasıl da dondurucu bir soğuk vardı içerde!
Neyse ki bu uzun sürmedi, çünkü Doğu Rüzgârı alev alev yanan geniş
kanatlarını açmıştı. Ama bu nasıl bir mağaraydı! Üzerlerinden sular
damlayan acayip yaratıklara benzeyen koca koca kayalar vardı tavanında.
Yol bazen, ancak emekleyerek geçebilecek kadar daralıyor, bazen ise sanki
açık havada oldukları hissini verecek kadar ferah oluyordu.
“Cennet bahçesine giden ölülerin geçtiği yoldayız galiba?” dedi prens, ama
Doğu Rüzgârı cevap vermedi, sadece ilerdeki, güzel mavi bir ışığın
parladığı bir yeri gösterdi eliyle. Üzerlerindeki taş bloklar gittikçe
puslu bir görünüm alıyordu, sonunda, ay ışığında parlayan beyaz bir bulut
gibi saydamlaştılar. Artık, havası dağların tepesindeki gibi tertemiz ve
mis gibi gül kokan bir yerde bulunuyorlardı.
Orada hava kadar temiz bir de ırmak akıyordu. Irmaktaki balıklar altın ve
gümüşten yapılmış gibi parlıyorlar; her hareket edişlerinde mavi
kıvılcımlar saçan mor yılanbalıkları oynaşıyordu. Nilüferlerin geniş
yaprakları gökkuşağı renklerindeydi, çiçekleri ise, kandili besleyen
gazyağı gibi, suyun beslediği kızıl bir aleve benziyordu. Dantel gibi
özenle işlenmiş sağlam bir mermer köprü, yolu, cennet bahçesinin
yükseldiği mutluluk adasına bağlıyordu.
Doğu Rüzgârı, prensi kucağına alıp köprüden geçirdi. Karşıdaki çiçekler ve
yapraklar, prensin çocukluğunun şarkılarını, hiçbir insanda rastlanmayacak
kadar güzel bir sesle söylüyorlardı.
Yetişen ağaçlar palmiye ağacı mıydı, yoksa dev su bitkileri mi,
anlayamamıştı prens. Bu kadar büyük ve sağlıklı ağaçları hayatında
görmemişti. Şahane sarmaşıklar her yeri taç gibi sarmıştı, böylesine ancak
eski kitapların altın yaldızlı, rengârenk kenar süslemelerinde
rastlanabilirdi. Kuşlar, çiçekler ve sarmaşık bitkiler bir arada,
olağanüstü güzellikte bir görünüm oluşturuyordu. Çayırların üzerinde
parlak kuyruklarını yelpaze gibi açmış bir tavus kuşu sürüsü duruyordu.
Ama o da ne! Tavus kuşu sürüsüne benziyorlardı, ama prens elleyince
bunların aslında bitki olduğunu anladı. Tavus kuyruğu gibi parlayan,
kocaman, muhteşem bir bitkiydi bu. Zeytin ağacı çiçeği gibi kokan yemyeşil
çitlerin arasında bir aslan ve bir kaplan, kediler gibi oynaşıyordu. İnci
gibi parlak tüyleriyle yaban güvercini kanatlarıyla aslanın yelesini
okşuyor, aslında çok utangaç olan antilop, onlarla birlikte oynamak ister
gibi başını sallıyordu.
Sonunda cennetin perisi çıkageldi; giysileri güneş gibi parlıyordu,
çocuğuyla mutlu olan bir annenin yüzü gibi şefkatliydi bakışları. Çok genç
ve güzeldi. Saçlarında birer yıldız parlayan bir sürü güzel genç kız da
onu izliyordu.
Doğu Rüzgârı, Anka kuşunun verdiği yaprağı ona uzatınca, gözleri sevinçle
parladı. Prensin elinden tutup, onu güneş altında parlayan güzelim
lalelerin renklerinde duvarları olan sarayına götürdü. Sarayın tavanı
büyük, parlak bir çiçekten oluşuyordu ve insan ne kadar uzun süre bakarsa,
o kadar derin görünüyordu. Prens pencereye gidip dışarı bakınca, üzerine
yılan sarılmış bilgi ağacı ile Adem ve Havva’yı gördü. “Ama onlar
cennetten kovulmamış mıydı?” diye sordu; peri güldü ve zamanın, her
pencerenin camına bir resim kazıdığını anlattı. Ama bu resimler bildiğimiz
resimlerden değildi, canlıydılar, ağaçların yaprakları sallanır, insanlar
aynadaki yansımalar gibi hareket ederdi. Dünyada olan biten her şey bu
camlarda yaşıyor, hareket ediyordu. Böyle ustaca resimleri, sadece zaman
yapabilirdi.
Peri gülümseyerek prensi büyük ve yüksek tavanlı başka bir salona götürdü.
Bu salonun duvarlarına gülümseyen yüz resimleri yapılmıştı; bunlar,
mükemmel bir melodide birleşerek akıp giden şarkılar söylüyorlardı. En
yukarıdakiler, en küçük gül goncasından daha küçük, kâğıt üstüne
kondurulmuş bir nokta kadar görünüyorlardı. Salonun tam ortasında, yerlere
kadar sarkan gümrah* dallarıyla, kocaman bir ağaç vardı. Ağacın yeşil
yapraklarının arasından, irili ufaklı altın elmalar sarkıyordu. Adem ile
Havva’nın meyvesini yedikleri bilgi ağacıydı bu. Her bir yaprağından,
parlak kırmızı çiyler damlıyordu. Sanki ağaç, kanlı gözyaşları dökerek
ağlıyor gibiydi.
“Şimdi kayığa binelim!” dedi peri. “Dalgalanan sularda serinleriz. Kayık
sallanır ama yerinden kımıldamaz, dünyanın bütün ülkeleri gözümüzün
önünden geçer sadece.” Bütün kıyının hareket ettiğini görmek çok tuhaf bir
şeydi. Koyu yeşil çamları ve karla kaplı tepeleriyle yüce Alpler geçiyordu
işte; av borularının hüzünlü sesleri yankılanıyor, vadideki çoban neşeyle
dağlı şarkıları söylüyordu. Sonra muz ağaçları, uzun dallarını kayığın
üzerine sarkıttılar, kömür karası siyah kuğular yüzüyordu suda; kumsalda,
uzak diyarların hayvanları ve çiçekleri görünüyordu: Dünyanın beşinci
kıtası olan Avustralya, mor dağlarıyla, gözlerinin önünden geçiyordu
şimdi. Büyücülerin şarkılarını duydular, tamtamlar ve kemikten yapılma
boru sesleri eşliğinde dans eden yerlileri gördüler. Bulutlara kadar
yükselen Mısır piramitleri, devrilmiş sütunlar ve yarıya yarıya kumlara
gömülmüş Sfenks,* hızla geçip gitti önlerinden. Kuzeyin buzulları üzerinde
kutup ışıkları parladı. Manzara, benzerini kimsenin yapamayacağı bir havai
fişek gösterisi gibiydi. Prens çok mutluydu, çünkü bizim burada
anlattıklarımızın belki yüz kat fazlasını görmüştü.
“Hep burada kalabilir miyim?” diye sordu.
“Bu sana bağlı!” diye cevap verdi peri. “Adem gibi davranmaz da, yasak
olandan uzak durursan, kalabilirsin!”
“Bilgi ağacının elmalarına asla dokunmayacağım!” dedi prens. “Onlar kadar
güzel binlerce başka meyve var burada!”
“Kendini iyice tart ve yeterince güçlü değilsen, seni buraya getiren Doğu
Rüzgârı’yla birlikte geri dön. Doğu Rüzgârı biraz sonra gidecek ve yüz yıl
geçmeden de geri dönmeyecek. Burada yüz yıl, yüz saat gibi geçer, ama bu
bile, baştan çıkma ve günah için yeterli bir zamandır. Ben her akşam
senden ayrılırken, seni çağırıp, ‘Benimle gel!’ demek zorundayım, ama sen
gelme! Çünkü eğer gelirsen, her adımda içindeki istek daha da artacak;
sonunda bilgi ağacının yetiştiği salona varacaksın; ben o ağacın mis
kokulu dallarının altında uyurum; sen üzerime eğileceksin ve ben
gülümsemek zorunda kalacağım. Ama sen beni dudaklarımdan öpersen, o zaman
cennet yerin dibine batacak ve sen bir daha asla cenneti göremeyeceksin!
Çevrende dondurucu rüzgârlar esecek, saçlarından buz gibi yağmurlar
damlayacak. Acı ve keder sana kalan tek şey olacak!”
“Kalıyorum!” dedi prens. Bunun üzerine, Doğu Rüzgârı onu alnından öpüp,
“Güçlü ol,” dedi, “yüz yıl sonra tekrar buluşacağız! Hoşça kal! Hoşça
kal!” Sonra kocaman kanatlarını açtı; kanatları hasat zamanındaki
gelincikler gibi ya da soğuk kış günlerindeki kuzey ışıkları gibi
parlıyordu. “Güle güle! Güle güle!” diye bağrıştı çiçekler ve ağaçlar.
Leylekler ve pelikanlar, dalgalanan kurdeleler gibi uçarak Doğu Rüzgârı’na
eşlik edip, onu cennet bahçesinin kapısına kadar geçirdiler.
“Şimdi dansımıza başlıyoruz!” dedi peri. “Dansın sonunda güneşin batışını
görecek ve sana, ‘Beni izle!’ diye seslendiğimi duyacaksın. Sakın peşimden
gelme. Bunu yüz yıl boyunca, her akşam tekrarlamak zorundayım. Kendine
karşı kazandığın her zaferle biraz daha güçleneceksin, sonunda beni
izlemek aklına bile gelmeyecek. Bu gece ilk. Seni uyardım, ona göre!”
Peri onu beyaz saydam leylaklar salonuna götürdü; leylakların ortasındaki
sarı iplikçikler, telli çalgıların ve flütlerin sesini yayan, altından
küçük arplar oluşturuyordu. Dünya güzeli kızlar, buluttan elbiseleriyle
havada süzülerek dans ediyor, hayatın ne kadar güzel olduğunu, asla
ölmeyeceklerini ve cennet bahçesinin sonsuza kadar varolacağını anlatan
şarkılar söylüyorlardu.
Güneş battı… Şimdi bütün gökyüzü altından bir deniz gibi görünüyor ve
zambakları en muhteşem güllerin parlak rengine boyuyordu. Prens, kızların
sunduğu köpüklü şarabı içti, içer içmez de şimdiye kadar hiç tatmadığı bir
mutluluk hissetti içinde. Sonra salonun zemininin açıldığını fark etti.
Bilgi ağacı, prensin gözlerini kamaştıracak kadar parlak bir ışık
saçıyordu. Etrafa yayılan müzik sesi öyle yumuşak, öyle tatlıydı ki,
“Yavrum, benim sevgili çocuğum!” diyen annesinin senine benziyordu sanki.
Derken peri ona işaret etti ve çok tatlı bir sesle, “Beni izle! Beni
izle!” diye seslendi. Sesi öyle tatlıydı ki, prens verdiği sözü daha ilk
geceden unutarak onun peşinden koştu. Peri onu çağırmaya ve gülümsemeye
devam ediyordu. Etrafa yayılan tatlı koku gittikçe güçleniyor, arplar
gittikçe daha güzel melodiler çalıyordu. Ağacın yetiştiği salondaki
milyonlarca gülümseyen yüz, sanki başlarını sallayarak prensi teşvik
ediyor ve “İnsan her şeyi bilmelidir, insan yeryüzünün efendisidir!” diye
şarkı söylüyorlardı. Artık, ağacın yapraklarından kanlı gözyaşları
süzülmüyordu. O çiyler kırmızı parlak yıldızlar gibi görünüyordu şimdi.
“Beni izle! Beni izle!” diye yankılanıyordu ses ve her adımda prensin
yanakları alev alev yanıyor, kanı damarlarında daha hızlı akıyordu.
“Yapmalıyım!” dedi prens. “Bu günah değil, olamaz! Niye güzelliğin ve
mutluluğun peşinden gitmeyeyim ki! İstediğim tek şey, onu uyurken görmek.
Heyecana kapılıp da onu öpmezsem bir şey olmaz ve öpmeyeceğim de! Ben
güçlü bir insanım ve sağlam bir iradem var!”
Peri parlak giysisini çıkarıp attı, eğilip dalların arasına girdi ve
gözden kayboldu.
“Henüz günaha girmedim,” dedi prens, “ve girmeyeceğim de.” Sonra dalları
araladı. Peri çoktan uyumuştu, sadece cennet bahçesindeki bir perinin
olabileceği kadar çekici görünüyordu. Uykusunda gülümsüyordu… Prens
perinin üzerine eğildiğinde, kirpiklerinde gözyaşlarının titreştiğini
gördü.
“Benim için mi ağlıyorsun?” diye fısıldadı prens. “Ağlama güzel kadın.
Cennet mutluluğunun ne demek olduğunu şimdi anlıyorum, bu mutluluk kanıma
işliyor, düşüncelerime işliyor. Ölümlü bedenimde meleklerin gücünü ve
sonsuz yaşamını hissediyorum. İsterse sonsuz karanlık örtsün beni, böyle
bir anı yaşamak her şeye değer!” Sonra perinin gözyaşlarını öptü ve
dudakları onun dudaklarına değdi.
O anda bir gök gürlemesi patladı, derinden gelen, korkunç bir gürleme! Ve
yer-gök birbirine girdi... O güzel peri ve çiçekler içindeki cennet
bahçesi yerin dibine battı. Prens, uzaklarda parlayan küçük bir yıldız
gibi, gecenin karanlığında batıp kaybolduğunu gördü cennetin. Bütün
bedenini ölümcül bir soğukluk sardı, gözlerini kapadı ve uzun bir süre
öylece, ölü gibi yattı orada.
Yüzünü buz gibi bir yağmur kırbaçlıyordu, etrafında öyle sert bir rüzgâr
esti ki, soğuğun etkisiyle kendine geldi. “Ne yaptım ben?” diye iç çekti.
“Günah işledim, tıpkı Adem gibi günaha girdim ve cennet benim yüzümden
batıp kayboldu!” Gözlerini açtı… Uzaklardaki o yıldızı, batıp giden cennet
gibi parlayan o yıldızı görebiliyordu hâlâ. Gökyüzündeki sabah yıldızıydı
bu!
Doğrulup kalktı ve kendini o büyük ormanda, rüzgârların mağarasının tam
yanında buldu. Rüzgârların annesi yanında oturuyordu. Yaşlı kadın öfkeyle
ona baktı ve kollarını havaya kaldırdı: “Daha ilk akşamdan!” dedi. “Böyle
olacağını biliyordum ben! Benim oğlum olsaydın, çuvalı boylamıştın!”
“Yakında boylayacak zaten!” dedi ölüm. Büyük kara kanatları ve elinde bir
tırpan olan, yaşlı ama güçlü kuvvetli bir adamdı. “O da tabuta girecek,
ama daha değil! Bütün bunlar, dünyada geçirdiği süre içinde günahlarını
bağışlatıp, daha iyi bir insan olması için bir işaretti sadece. Her an
gelebilirim. Hiç beklemediği bir anda gelip onu kara bir tabuta koyacağım
ve başımın üzerine alıp yıldızların yanına uçuracağım. Orada da bir cennet
bahçesi var. Eğer prens iyi ve dindar biri olarak yaşamışsa cennet
bahçesine girebilir. Ama eğer düşünceleri kötülükle ve kalbi günahla
doluysa hâlâ, tabutunun içinde, cennetten daha da derinlere batacak. Sonra
daha derinlere mi gömülecek, yoksa parlayan yıldızlara doğru mu
yükselecek, buna bin yıl sonra karar vereceğim.”
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|